20 Aralık 2013 Cuma

Mehmet Akif Ersoy hakkındaki acı gerçekleri görmezden gelemeyiz.

çanakkale savaşı, çanakkale şiiri, mehmet akif ersoy, mehmet akif ve abdülhamid han, mehmet akif ve mezhepsizlik, mehmet akif ve muhammed abduh, safahat,
Mehmet Akif Ersoy

"Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi" mısrası ile uzun süredir tenkitlere maruz kalan M. Akif'in, Safahatında yer alan bir çok ifade de aynı tenkite maruz bırakacak tarzda. İstiklal Marşımızın şairine bir ülke vatandaşı olarak hürmet ve saygı ayrı olabilir ancak bazı hakikatleri de göz ardı ederek, milli şairi aynı zamanda milli bir Müslüman olarak görmekte doğru olmasa gerek..

Toplumları dizayn etmenin en geçerli yolu, o toplumun içinde yetişmiş popüler isimleri elde ederek onları eleştirilemez ulvi kişilikler kılmak, ve nesilleri onların düşünceleri etrafında toparlayıp-saflara ayırarak- kontrol edebilmektir. Bu mekanizma, eğitim sistemlerinin içine ustalıkla yerleştirilmiş özendirme politikalarıyla sağlanır. Eğitim sistemleri bu tür model kişiliklerle doludur. Tarih boyunca en geçerli hükmetme yolu bu olmuştur. Mehmet Akif’le ilgili eleştirilerimi dillendirmeye başladığım zaman çevremden aldığım tepkiler, nihai noktada bizim gibi sıradan yaşantısı olan insanların Akif gibi ulvi bir kişiliği eleştiremeyeceği noktasına bağlanıyordu. Bu yaklaşım Akif’in bir şair olmanın ötesinde bir kanaat önderi ve model kişilik olarak algılanmasından kaynaklanıyordu.


Bu eleştiri sahiplerine şunu söyledim. Mehmet Akif, Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’a;

Ah efendim o herif yok mu kızıl kâfirdi”(2) “Ah efendim o ne hayvan, o nasıl merkepti.”(3)

Dediği zaman; Cennetmekân koca bir imparatorluğun padişahı ve dünyanın çok yerinde adına hutbeler okutulan bütün Müslümanların halifesiydi. Akif’se heyecanlı sözler söyleyen genç bir baytardı. O zamanın şartları altında Akif’in yaptığı çılgınlığa karşı bizim kendi zamanımızda yaptığımızın kıymet hükmü sadece hiçtir. Akif’in cüretine karşılık biz Akif’e ne desek hiçbir şey demiş sayılmayız.



Mehmet Akif’in kişiliği bizim alanımız değildir. İyi ya da kötü, ölmüş bir insanın işi artık Rabbiyledir. Bu ölen kişi üzerinden bir kısım toplum mühendisliği faaliyetleri yürütülüyor ise eserleri ve düşünceleriyle entelektüel yaşantımızda, fikir dünyamızda tesir sahibi ise, biz bu tesiri konuşmak, eleştirmek ve yorumlamak zorundayız.

Daha da önemlisi söz konusu kişi sadece sanatıyla anılmıyorsa, bugün bütün eğitim kurumlarında resmi asılı olan iki kişiden biriyse,(4) hayatımızın içindedir, her gün çocuklarımızın karşısındadır. 2011 yılının ülkemizde Mehmet Akif yılı olarak ilan edildiğini ve çok yoğun bir şekilde anılıp değişik açılardan işlendiğini hatırlatmakta fayda var. M. Akif’in sanatını ve kişiliğini aşan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlamak hiçte zor değil. O, artık gençlere sadece “Milli Şair” olarak tanıtılmıyor, aynı zamanda “Milli Müslüman” modeli olarak sunuluyor.

Konu inancımız bağlamında ele alındığı zaman “Kişi sevdiği ile beraberdir” ölçüsü mucibince imanımızı kullanarak kalplerimize yerleştirilmek istenen kişilere karşı gereken özeni ve hassasiyeti göstermek vazifemiz olmaktadır.

Bütün bu gerekçeler benim gibi sıradan insanlara Akif’i değişik açılardan inceleme, sorgulama, yorumlama ve eleştirme hakkını vermektedir.

M Akif’in başyapıtı şüphesiz İstiklal Marşı’dır. Güftesi ile bestesi arasında ciddi uyumsuzluklar bulunması nedeniyle okunurken güfte anlamını yitirmekte daha çok bir karambol havasında terennüm edilmektedir. Her çalındığı ve söylendiği zaman ayakta ve saygı duruşunda dinlemek zorunda olduğumuz bu marş hakkında olumlu/olumsuz birçok eleştiri yapılmıştır. İçinde bir tek Türk kelimesinin geçmemesinden tutunda, ırkçı duygularda yazılmış olmasına kadar çok geniş bir yelpazeye sahiptir bu eleştiriler. 28 Şubat paşalarından Doğu Silahçıoğlu birçok meslektaşının taşıdığı duyguları dile getirip. Aşırı dinci bir söylem taşıdığı için bir ömür boyu selam durduğu İstiklal Marşı’nı hiçbir zaman içine sindiremediğini yazdı Cumhuriyet Gazetesinde ki köşesinde.

“O ezanlar ki şahadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim, inlemeli.”

Ezan, şahadet, din… ilk bakışta mısralarda Paşa haklı dedirtecek bir görüntü var. Peki ya mana; inlemek sözcüğü acı ile feryat etmek, ızdırapla ses çıkartmak anlamlarına geliyor. “İnim inim inlemek” deyimi meşhurdur. Peki ezanlar neden ebediyen inlemeli? Gür bir sada ile coşmak varken. Dini terminoloji açısından ezanları inletmek-dindar için-ciddi bir edep ihlali olarak değerlendirilebilir.(5)

Akif’in yaşamı gibi sanatı ve fikri de gelgitlerle, çelişki ve paradokslarla dolu. Safahat okumalarında dikkatimi çeken bir husus Arnavut babadan olma Milli Şairin, biyografilerinde bu hususun anne tarafından Türklüğe bağlanarak geçiştirildiğidir. Mehmet Akif’in resmi ideoloji doğrultusunda millileştirilmesinin ilk emarelerini bu biyografilerde gördüm. Bu durum Akif’in bir kabahati olmamakla birlikte Safahat yoluyla toplum mühendisliği yapma gayretleri hakkında ipuçları vermektedir.

Akif’le ilgili yaptığım incelemelerde mirasına, oğullarından çok damadı Ömer Rıza Doğrul’un sahip çıktığını gördüm. Bunun birinci sebebi Ömer Rıza’nın gerçekten Akif’in en özel talebesi olması İkinci sebebi evlatlarının Akif’in dünyasıyla pek alakadar olmamalarıdır.

Büyük oğul Mehmet Emin (Safahat-i bu oğluna ithaf etmiştir.) Uyuşturucu müptelası ve alkolik olarak feci bir yaşam sürmüş ve cesedi Beşiktaş’ta bir çöp konteynırı içinde bulunmuştur. Küçük oğul Tahir Ersoy ise kendi halinde bir yaşam sürmüş Ömrünün son demlerinde Üsküdar belediyesinin sahip çıkmasıyla hayata tutunabilmiştir.

Akif oluşturduğu ideal genç tipi Asım’la yüceltilirken bunun pratik hayattaki karşılığı olan çocuklarının halleri hep göz ardı edilmiştir. Oysa muarızı Tevfik Fikret’in ideal genci Haluk, öz oğluyla özdeşleştirilir ve akıbeti nedeniyle Fikret kınanır. Evet, Tevfik Fikret’in Haluk’u papaz olmuştur. Akif’in Asım’ı ise –ki oğlu Mehmet Emin olması gerekir.- üzüntü verici ama bir ayyaş olarak ömrünü nihayetlendirmiştir. İki şair içinde acı gerçek şu ki; ideallerini evlatları üzerinde gerçekleştirmeye çalışmışlar ve ikisinin sonu da hüsran olmuştur.

Akif’in oğlunun feci hali insanlık adına üzüntü verici. Ama Milli Müslüman modeli olarak tasarlanan bir kişilik için gözden kaçırılan bir husus hissi uyandırıyor bende.

“Babam bana Safahat’ı bırakacağına biraz para bıraksaydı keşke”(6)


dediği biliniyor ki. Bu onlarca baskı yapan Safahat’ın kaymağını başkalarının yemesine bir sitem olarak da algılanabilir.

Akif’le ilgili hatıralarda dikkat çekici bir başka husus arkadaşlarının ekseri içki müptelalığı ile şöhret yapmış kişiler olması. Bunlardan biri Neyzen Tevfik’dir. Neyzen’in içkisiz sofraya oturduğu vaki değildir. Bir gün Akif’i misafir eder yer içerler. Yemekten sonra Akif ellerini yıkar ama havlu yerine kendi mendili ile kurulanmak ister. Neyzen havlu ile kurulanması için ısrar edince “–yapamam ellerim kirlenir” der. Damadı Ömer Rıza’nın anlattığı bu hatıra Akif’in zekâsına yorulsun diye anlatılmış ama derin bir çelişki taşıyor. Neyzen; havlusu kullanılmayacak kadar şerli/kirli (bazı yorumlarda havluyu kirinden ötürü kullanmadığı belirtilir.)biriyse ve Akif bu denli hassasiyet sahibi ise onun yemeğini nasıl yer onunla nasıl dostluk eder.

Damadı ve talebesi Ömer Rıza Doğrul’da meşhur içicilerdendir.(7) Hatta rakı içerek tefsir yazmak gibi bir küstahlığın sahibidir.(8)


Arkadaşları, evladı, damadı içici olunca insan kuşkuya kapılıyor. Üstüne üstlük Akif’in siroz’dan öldüğü de ortada. Ben merakımı zail etmek için erişebildiğim kaynaklarda aradım 24 yaşından sonra ağzına bir damla içki koymadığı bilgisine ulaştım.

Milli Şairin bir yönü de musiki şinaslığı. Mısır’da olsun Türkiye’de olsun musiki cemiyetlerinin müdavimidir. Ağır bestelerin çoğunu ezbere bildiği ve nısfiye denilen ney küçüğü aleti çaldığı biyografilerinde geçiyor.

Şiirlerinin bestelenmeye uygun olmasını çok önemser bu hususta hassasiyet gösterir, üzerinden yıllar geçse bile kulağını tırmalamış her kafiye bozukluğunu giderirmiş. Hayattayken Safahat 3 defa Osmanlıca harflerle basılmış. (ayrı ayrı kitaplar halinde bazı kısımlar 4-5 kere basılmıştır.) Bu baskılarda sürekli düzeltmeler ve değiştirmeler yapmıştır.

Bu bilgi çok önemlidir zira Akif’in eserini bırakmadığını onu sürekli tetkik edip hata olarak gördüklerini düzeltme gayreti güttüğünü gösterir. Ama asıl düzeltmesi gereken, bütün imanlı kalpleri inciten bazı sözlerine aynı özeni göstermemiş olması çok şaşırtıcıdır. Bunların başında meşhur şiirlerinden Çanakkale Destanı’nda geçen

Bedrin aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.” Mısralarıdır.

Akif, Çanakkale Savaşı esnasında Almanya ve Arabistan’da bulunmuş cepheyi görmemiştir. Buna rağmen cephedeymişçesine heyecanla yazdığı bu şiir, Ankara’da mecliste Türk’ün en büyük destanı, Türk olmayan biri tarafından yazılmıştır denilerek takdim edilmiştir. Bir zaman sonra üyesi olacağı meclisin maalesef imparatorluk halklarına karşı bakışı budur.

“Bedrin Aslanları” yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük mücahitleridir. Hiçbir ordunun o ordudan hiçbir komutanın o şanlı komutandan üstün olma ihtimali yoktur. Onların kahramanlığı ve komutanlarının büyüklüğü mümin kalpler için şüphe götürmeyecek derecede kesin ve nettir. Fatih Sultan Mehmet Han’ın peygamber duasına mazhar olmuş ordusu bile onların yanında hiç mesabesindeyken ve İslam tarihi boyunca nice savaşlar şanlı mücadeleler verilmişken Çanakkale’ye böyle cüretkâr bir yakıştırma nasıl yapılabilir?

Yeni bir ulus inşa etme gayretinde olan ittihatçı kalemler bu ve benzeri birçok sözler söyleyip İslami kaideleri tepetaklak etmeye çalışmışlardır ama onların hiçbirinin dindarlık gayesi olmadığı gibi inançsızlıklarını aleni olarak dillendirmişlerdir. Onların bu sebeple mümin kalplere sirayet etmesi mümkün değildir. Ama Milli Müslüman Akif’in bu sözleri imanlı kalpleri çok derinden sarsmış travma tesiri yapmıştır.

Akif bu mısraları ile “Bedrin Aslanlarını” aşağılamış ve ömrü hayatı boyunca bunu değiştirme, düzeltme gayreti gütmemiştir. Şu kedi aslan kadar cesur denirse. Aslanın üstünlüğü tescil edilip kedi yüceltilir. Ama şu aslan kedi kadar cesur denilirse bu aslana hakaret ve onu aşağılamak olur. Kedi de yüceltilmediği gibi komik bir duruma düşürülmüş olur.

Akif’in kafiyelerine gösterdiği hassasiyeti esirgediği bir diğer husus Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’a yaptığı yakıştırmalardır. En son 1966 baskılı Safahat’ta bulunan ve sonraki baskılarda yer verilmeyen şu mısralar doğrusu; bırakın dindarlığıyla ile nam salmış Müslümanların halifesine söylenmeği sıradan bir Müslüman’a söylenemeyecek sözlerdir.

“Herifin sofrada şampanyası hala ayran, bari yirminci asırdan sıkıl artık hayvan”(9)

Evet, şairler normal insanlar gibi değildir, duyguları hissedişleri farklıdır, fakat imanının yerine kinini ikame eden bir kişi sadece bir şair olur, onun dindarlığından bahsedilemez. Çünkü kini dinini bastırmış en temel ve basit inanç ölçülerini çiğnetmiştir. Bir Müslüman’a şampanya içmiyor, ayran içiyor diye ancak bir gayrimüslim söylerse mantık zemininde bu sözün bir anlamı olur. Bir Müslüman bir başka müslümanı şampanya içmiyor ayran içiyor diye kınayamaz.

Mehmet Akif’in Sultan Abdülhamid Han’a yaptığı hakaret ve iftiraların büyük kısmı yeni baskılı Safahat’larda da bulunmaktadır. Bunlar eleştiri hakkaniyet ve İslam ölçülerini aşmış sınırsız ve buutsuz, iflah olmaz bir kinin eserleridir. Oysa dindarlık numunesi olacak bir şahıstan, Müslümanlığın en ağır darbeler aldığı bir zamanda daha akıllı olması, esas bozguncuları görmesi beklenirdi.

Görmedi, görmediği gibi onlarla işbirliği içinde bulundu. Mısırlı Mason Abduh’u muhteşem üstad ve onun talebesi tescilli İngiliz ajanı Cemalettin Afgani’yi kendine ve yolundakilere rehber gösterdi.

“Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh “(10)


“Çıkarıp gönderelim hasılı şeyhim yer, yer; oradan Alemi İslam’a Cemaleddin’ler.”(11)

O Abduh ki (damadı Ömer Rıza Doğrul gibi) masondur. Dinde reform teraneleriyle İslam alemini fitneye boğmuş ve bölük pörçük olarak İngilizlerin kucağına atmıştır.

Model kişilerin bu gibi yanılgıları ortaya çıkıp gözden düştükleri zaman hemen bir pişmanlık mekanizması devreye sokulur. Şartlar değişmiş ve hakikatler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu model kişilikleri de dönüştürmek, revize etmek gerektir. Fakat bu tövbeyi mirasından geçinenlerin değil kendisinin yapıp/yapmaması önemlidir. Kendisinden böyle bir pişmanlık vaki olmadığı ortada iken, oluşturulmuş pişmanlık hikâyeleri toplum mühendislerinin değişen şartlara göre model kişilikleri dönüştürme gayretinden başka bir şey değildir.
Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’a buğzedip düşmanlığından fena söyleyen ve daha sonra hakikati görüp nedamet getiren bu pişmanlığını destansı ifadelerle dile getirenler az değildir. Doktor Rıza Nur, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik Bölükbaşı bunların en çok bilinenleridir.

Rıza Tevfik’in “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhundan İstimdat” şiiri bütün ittihatçılar adına itiraf, kendi namına bir tövbe metnidir.

“Şevketlim Sultan Hamid Han
Feryadım varır mı barigahına
Ölüm uykusundan bir lahza uyan
Şu nankör milletin bak günahına.”

Milli şairin bilinen meşhur bir pişmanlığı vardır. Fes ve dualarla girilen meclisten kadeh ve fötr şapka çıkınca Akif soluğu Mısır’da almış, bir nevi yeni düzene küskünlük duymuştur. Mısır’dan son dönüşünde bu küskünlüğünden pişmanlık duyduğunu “Ne varsa bizim millette varmış.” Diyerek dile getirmiş ve yeni düzenin banisine(12) “Allah ömrüm kaldıysa benden alsın ona versin”(13) diyerek biatini bildirmiş birkaç ay sonrada sirozdan ölmüştür.

İlerleyen yıllarda İttihad Terakki’nin projeleri bir dizi inkılâplar olarak uygulamaya konulurken Akif’e Kuran-ı Kerim meali yazma görevi verilir. Hükümet neden özellikle Akif’in yazmasını istemiştir? Şimdilik meçhul. Ama onun da ortaya çıkacağına inanıyorum.

Akif bu teklifi kabul etmemiş ortaya konan büyük paraya rağmen bu işe temkinli yaklaşmıştır. Belki yeni düzene karşı duyduğu küskünlüğü naza çekerek ifade etmeye çalışmış olabilir. Akif ikna olur, paranın bir kısmını alıp Mısır’a giderek yazmaya başlar. Aynı proje kapsamında Elmalı’lı Hamdi’de tefsir yazmaya başlar. Akif Mısır’da tanıştığı biricik talebesi (daha sonra damadı olacaktır) Ömer Rıza Doğrul’a da tefsir yazması konusunda rehberlik eder.

Bu meal biter ama yayınlanmaz. Akif, yeni düzenin ibadetleri Türkçeleştirme çalışmalarından ürkmüş olacak ki meal’i Mısır’da dostu Yozgatlı Müderris İhsan Efendi’ye bırakarak dönmezsem bunu yakın der. Hikmeti Huda dönemez. İhsan Efendi’de meali yakamaz. Akif’in damadı Ömer Rıza, meali İhsan Efendi’den almak için çok uğraşır, ama alamaz. Bu meali İhsan Efendi’den almak için devlet katından hatırlı kimseler araya girer, İhsan Efendi yakıldı diyerek mevzuyu kapatır.

İhsan Efendi ölüm döşeğindeyken oğlu Ekmeleddin’i çağırır yakmasını vasiyet ederek meali ona teslim eder. O Ekmeleddin; şimdiki İslam Konferansı Teşkilatı başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur.

Ekmeleddin İhsanoğlu, Abdülhamid Han devri şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu Prof İbrahim Sabri ve üç kişi daha Mısır’da bir evde buluşarak metal bir leğen içinde mealin mührünü sökerek sayfaları tek tek yakarlar. Yakma işlemi bitince Prof İbrahim Sabri Bey’in okuduğu dörtlük dünya durdukça mealden din öğrenmeğe kalkanların suratına şamar gibi inecektir.

“ O bir eserdi ki, yangın denilse layıktı.
Eğer kalaydı yakar kül ederdi imanı
O bir ateşti ki, sönmezdi etmeden ihrak
Yakıldı, sönmesi kurtardı Nass-ı Kuran’ı”(14)

Hulasa M Akif milli şair olmaktan çıkartılıp Milli Müslüman modeli yapılmaya çalışılırken, onun dindarlığı resmi söylemin dışında incelenmeye ve araştırılmaya muhtaçtır. Bu hususta bazı çalışmalar vardır. 



Ahmed Davudoğlu Hoca’nın Dini tamir davasında, din tahripçileri kitabında Akif önemli bir yer tutar. Adem Çevik’in Abdülhamid’de yanılanlar(15) kitabı da önemli bir araştırmadır. Rahmetli Necip Fazıl’ın ise Akif’i milli bir bozguncu olarak değerlendirdiği bilinmektedir.

Mehmet Akif’in dindarlığı/dindar modelliği mevzu yapıldığı zaman mümin tavrıyla asla bağdaşmayacak Allah’a isyan şiirlerini de görmezden gelmek mümkün değildir. Bu şiirlerde ki isyan vurgusu o kadar kuvvetlidir ki okuyucuyu ürpertip, titretir.

Madem ki ey Adl-i İlahi yakacaktın, yaksaydın a melunları….Tuttun bizi yaktın.”(16)

Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun. Yandık! diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun.”(17)

Ey bunca zamandır bizi te’dibeden Allah; Ey Alemi İslam’ı ezen inleten Allah.”(18)

Allah’a dayanmak mı? Asırlarca dayandık,
Düştükse bu hüsrana onun narına yandık,
Yetmez mi çocuklukta ki efsaneye hürmet,
Hala mı reşit olmadı, hala mı bu ümmet?
Maziyi ateşe vermeli baştan başa yansın
Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır.”(19)

Sorun, Akif’in dindarlığından ziyade, dindarlara model olarak sunulmasındadır. Akif imanının/imansızlığının, günahının/sevabının hesabını rabbine verecektir. Fakat Müslümanlıkla bağdaşmayacak, binlerle yıllık İslam tefekkürünü kökten sarsıcı Şiirleri/tavırları Müslüman gençlerin imanını ifsad etmektedir. 999 satır “Allah var” yazıp bir satır (haşa) “Allah yok” yazarsan; O bir satır 999 satırı nehy eder. O bir satır daha çok iz bırakıp daha kalıcı olur. Akif’in dindarlığının özeti budur. Yazdığı doğru ve güzel olanların hükmü bahsi geçen satırlarla nehy edilmiştir.




Dipnotlar:


(2-3)1966 baskılı Safahat sayfa 421-422
(4)İstiklal Marşı metinlerinin arkasında Akif’in fotoğrafı vardır..M Kemal’in resmi ile yan yana bütün eğitim kurumlarında bulunması yasal zorunluluktur.
(5)İnlemek sözcüğünün Safahatta coşkulu ses anlamında kullanıldığını gösteren örnekler olduğu gibi, esas anlamında kullanıldığı örneklerde çoktur. Dini litaratürde böyle bir kullanıma başkaca rastlanılmamıştır.
(6)05 Şubat 2005, Cumartesi Zaman Gazetesi Hekimoğlu İsmail imzalı makale
(7)Ömer Rıza Doğrul Kimdir Akşam Gazetesi 11 Eylül 2011Gürkan Hacır imzalı makale.
(8)Ömer Rıza Doğrul’un Tefsiri, Tanrı Buyruğu adıyla yayınlanmıştır
(9)1966 baskılı Safahat sayfa 422
(10)1966 baskı Safahat sayfa 440
(11)1966 baskı Safahat sayfa 440
(12)M Kemal Atatürk
(13)Muhittin Nalbantoğlu’nun Yeniçağ’da 27-28 aralık 2003 tarihlerinde yayınlanan yazı dizisinden
(14)Dil ve Edebiyat dergisi sayı 37 makale Mehmet Karagözoğlu
(15)Adem Çevik kitabında düşmanlıkları belgelemiş, pişmanlığı ise gönlünden geçtiği gibi yorumlamıştır.
(16)1966 Baskılı Safahat Sayfa 214
(17)1966 Baskılı Safahat Sayfa 213
(18)1966 Baskılı Safahat Sayfa 301
(19)1966 Baskılı Safahat Sayfa 490

*Akif’in şiirlerinin tamamı İnkılap ve Aka Yayınları 1966 baskılı Safahat’tan alınmıştır.

Mazhar Candan
incemeseleler.com

9 Temmuz 2013 Salı

Tipik bir ayak kayması örneği; Mehmet Akif Ersoy

istibdat şiiri, mehmet akif ersoy, Mehmet Akif Ersoy Kimdir?, mehmet akif ve abdülhamid han, mehmet akif'in itikadı bozuk muydu?,


Mehmet Âkif Ersoy, 1873 senesinde İstanbul’da doğdu ve 1936 yılında vefat etmiştir. Mehmet Âkif çok büyük bir şair olmasına rağmen, maalesef bazı fikirleriyle Ehl-i Sünnet zaviyesinden dikkat çekmektedir. Hatta şiirlerinde, Allah u Teâlâ’ya karşı edep sınırlarını aşan satırlara rastlanmaktadır. İşte bu şiirlerinden bazı bölümler:



30 Ocak 2012 Pazartesi

Allah'a kafa tutan bir şair: Mehmet Akif Ersoy

istibdat şiiri, mehmet akif ersoy, Mehmet Akif Ersoy Kimdir?, mehmet akif ve abdülhamid han, mehmet akif ve mezhepsizlik, mehmet akif ve muhammed abduh, mehmet akif'in itikadı bozuk muydu?, safahat,
Allah'a kafa tutan bir şair: Mehmet Akif Ersoy

Sual: Mehmet Akif Ersoy’un, Müslümanların halifesi olan Sultan ikinci Abdülhamid’e, (Korkak, baykuş, hayvan, merkep, zalim, mel’un, kızıl kâfir… ) gibi çirkin sözler söylediği ve mason Abduh gibi reform istediği doğru mudur?


CEVAP
Maalesef doğrudur. En kötüsü de, bu duruma tevbe de etmemiştir.

1966 baskılı SAFAHAT isimli kitabında diyor ki:

 
Ortalık şöyle fena böyle müzebzep işler,

Ah o Yıldızdaki baykuş ölüvermezse eğer” (s. 402)
“Çoktan beridir vardı benim bir derdim,
Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim.
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,
Al-i Osmandan bu korkaklık edilmezdi ümid.” (s. 415)
“Ah efendim o ne hayvan o nasıl merkepti.” (s. 421)
“Ah efendim o herif yok mu kızıl kâfirdi.” (s 422)
“Mısırın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh.”
“Çıkarıp gönderelim hâsılı şeyhim yer yer,
Oradan âlem-i İslama Cemaleddinler.”


Mezhepsizler isimli kitapta, Akif için deniyor ki:


Baytar idi. Şiirleri çok heyecanlıdır. İstiklâl marşını yazmışsa da,Safahat’ta, Allah’a dil uzatmakta, Müslümanların halifesi ikinci Abdülhamid hanın şanını zedeleyen çok çirkin iftiralar atmakta, sicilli mason Abduh’u övmekte, onun gibi dinde reform istemekte ve bir çalgıcıyı, çalgısının seslerini ilahi sese benzetmektedir. Ahmed Davudoğlu hoca, Din tahripçileri kitabında Âkif’in de diğer reformcular gibi, ilhamı doğrudan doğruya Kur’andan aldığını bildirmektedir.

İstibdat isimli şiirinde Halife-i müslimine diyor ki:

Düşürdün milletin en kahraman evladını ye’se,
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e.

Bir İslam halifesine mel’un diyene ne demeli?

Şeytana rahmet okutmak tabiri de çok çirkindir.
İslam halifesi için yazdıkları çoktur. Akif, bu çirkin hakaretleri için tevbe etmemiştir.

Abdülhamid han hazretleri tahttan indirildikten sonra da yine düşmanlığı bitmemiş, İSTİBDAT şiirini yazmıştır. Şiirinin başı şöyledir:

Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdad,
Bıraktın milletin kalbine çıkmaz bir mülevves yad.

Mülevves = Kirli, pis demektir. Mülevves yad = Kirli hatıra demektir.

Hâlbuki Rıza Tevfik Bölükbaşı, Süleyman Nazif gibiler tevbe etmişler ve tevbelerini de dile getirmişlerdi.

Mesela Rıza Tevfik Sultan Abdülhamid han için diyor ki:

Târihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek hey Koca Sultan,
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî pâdişâhına.

Süleyman Nazif de diyor ki:

Pâdişâhım gelmemişken yâda biz,
İşte geldik senden istimdâda biz,
Öldürürler başlasak feryâda biz,
Hasret olduk eski istibdâda biz.

Maalesef Akif’in tevbesini bildiren bir satırı yoktur.
Akif sadece Müslümanların halifesine dil uzatmakla kalmıyor, o halifenin yaratıcısına yani Allahü teâlâya da saldırıyor:

Ey bunca zamandır bizi tedib eden Allah,
Ey âlemi islamı ezen, inleten Allah!

diye başlayan şiirinde (Yeter artık çektirdiğin cezalar) diyor.

Allah’a böyle nasihat verilir mi hiç? Allah bize zulüm mü ediyor hâşâ? Herkese layık olduğunu veriyor. Bunun için, Nahl suresinin 33. âyet-i kerimesinde bildirildiği gibi, ilim ehli buyuruyor ki:


Hâşâ zulmetmez kuluna Huda’sı,
Herkesin çektiği kendi cezası.

Yine bir şiirinde diyor ki:

Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun,
Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun,
Mademki ey adl-i ilâhi, yakacaktın,
Yaksaydın ya melunları, tuttun bizi yaktın,
Yetmez mi musap olduğumuz bunca devahi?
Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhi?

Devahi’ye musap olmak = büyük belalara uğramak demektir.

Akif özetle demek istiyor ki:

Ya Rabbi, gâvurları yakman gerekirken Müslümanları yaktın. Bu nasıl ilahi adalet? 

Allah’a böyle söyleyenin elbette ağzı da kurur dili de.
Bu şiirinin sonunda da Allah’a diyor ki:

Böyle bir şehidin mükâfatı ancak zaferdir,
Vermezsen ilahi dökülen hunu hederdir.

Hun, kan demektir. Allah’a öğüt veriyor, bak zafer vermezsen şehidlerin kanı heder olacak, boşa gidecek diyor. Zafer olmasa bile şehidin kanı heder olur mu hiç? Sonra hâşâ Allah bilmiyor mu bunları?

Vehhabiler, Allah Arş’a istiva etti ayetinden, hâşâ Arş Allah’ın mekânıdır diyorlar. Akif de, Allah’a öğüt veriyor, Eğer bu zulümleri durdurmazsan, Arşın yanar, yani evin başına yıkılır diyor. Süleyman Nazif’e başlıklı şiirinde diyor ki:

Yakmaz mı bu tufan bu duman gitgide Arş’ı,
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı?

Lücce = deniz demektir. Rahmet denizin niye hissiz kalıyor diyor. Hâşâ Allah’ın hissi mi olur? Allah’ı da insanlar gibi sanıyor. Allah Arş’ı çok övüyor, Arş asla Akif'in sözü ile yanmaz.

Firavun ile yüz yüze isimli şiirinin son satırında, vehhabiler gibi, evliyadan, yatırlardan yardım istemeye karşı çıkarak diyor ki:


Bu hakkı ne taştan ne de leşten istemeli?

Vehhabiler Eshab-ı kiramın kabirlerindeki taşları söküp kabirlerini dümdüz ettikleri gibi, bu da yatırdaki zata leş diyor.
Bir de şehitleri överken yine türbelere çatarak diyor ki:


Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez.

Yine bir şiirinde diyor ki:


Bu Kur’an inmemiştir, ne fal bakmak için,
Ne de kabirde okumak için.


Kabirde Kur’an okunmaz mı? Tam Vehhabi zihniyeti. Kabirde okumayı fala bakmakla eş tutuyor.


Akif’in mason Efgani ve mason Abduh’u öven şiirleri, onlar gibi inkılap (reform) istemesi, onun da onlar gibi bir reformcu olduğunu gösteren en bariz delillerdendir.

ASIM isimli çok uzun bir şiirinin son kısmında diyor ki:

Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh,
Konuşurken neye dairse Cemaleddinle,
Der ki Tilmizine Afganlı,
Muhammed dinle,
İnkılab istiyorum hem çabucak,
Öne bizler düşüp İslam’ı da kaldırmazsak,
Nazariye ile bir şeyler olur zannetme,
O berahini de artık yetişir dinletme.
İnkılab istiyorum ben de, fakat Abduh gibi.

Berahin, burhan = hüccet, delil kelimesinin çoğuludur. Teselsülün butlanı demek, her şey bir sebebe bağlıdır yani her şeyi bir yaratan vardır, yaratanın da yaratanı vardır şeklindeki silsile bâtıldır. Bunları reddeden delilleri bana söyleme diyor. Yani inkılap (reform) isteyen bu reformcu, dine aykırı konuşuyor.

İslam’ı kaldırmak tabiri de hoş değildir. Yere düşmüş olan Müslümanlardır. İslam yücedir, yerde değildir. Yerdeki Müslümanlar da, İslam’a yapışıp yükselebilirler.

Süleymaniye kürsüsünden isimli uzun şiirinde Japonları anlatırken diyor ki:
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulema, vahy-i ilahiyi mi bilmem bekler?

Herkes bilir ki vahy-i ilahi ancak peygamberlere gelir. Ulema, o kadar cahil mi de kendilerini peygamber zannetsin? Ulemaya böyle çirkin iftira atması, Abduhçu olmasından ileri gelmektedir.

Şiirleri buna benzer hatalarla doludur.
Resmi için diyor ki:

Dış yüzüm ağardıkça ağarmakta fakat,
Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası.
Beni kendimden utandırdı şimdi hakikat,
Bana hiç benzemeyen suretimin manzarası.

O kadar yanlış söz arasında bir de doğru söz söylemiş. Doğru sözüne ne denir?

Sevenlerinin dili ile Akif 

Mezhepsizler kitabından alınan aşağıdaki ifadelerin tamamı mezhepsiz Süleyman C.Oğluna aittir. Bu kişi, Meyal dergisinde diyor ki:
Mehmet Akif hazretlerini sevişimin birçok sebepleri vardır. En başta Akif, Şeyh Abduh’u, Şeyh Afganî'yi çok severdi. Onlar gibi bir inkılap yapmayı arzulardı.

Akif de, Abduh gibi teselsülün butlanına da muhalifti.
“O berahini de yetişir artık dinletme” derdi.

Her ne kadar Ahmed Davudoğlu Hoca ve diğer mukallitler bu ifadeyi küfür saymışlarsa da Selefiyye yolundakiler daima takdir etmişlerdir. Akif âlem-i İslam’a Cemaleddinler salarak bir Âsım nesli meydana getirmek istiyordu. Bunu Meyal dergisinin başaracağını sanıyorum. Sonra Akif'in cesaretini hiç kimse inkâr edemez. Ne diyor büyük şair:

Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun,
Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun,
Mademki ey adl-i ilâhi, yakacaktın,
Yaksaydın ya melunları, tuttun bizi yaktın,
Yetmez mi musap olduğumuz bunca devahi?
Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhi?

Şimdiye kadar böyle cesur şair çıkmamıştır. Kâfirleri yakacağın yerde bizleri yaktın, bu adalete uygun mudur, yok musun adl-i ilâhi? gibi sözlerle Akif çok büyümüştür.

Bu büyük sözlere mukallitler karşı çıkarak diyorlar ki:
“Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden sual olmaz. Nur isteyene yangın gönderiyorsa demek ki hak etmişler ki yangın gönderiyor. Kâfirleri, melunları yakmayıp da Abdulhamid Han'ın düşmanlarını yakmışsa bunun da bir hikmeti vardır. Yok musun adl-i ilâhi diye Cenâb-ı Hakka dil uzatmak Akif'ten başka kimseye nasip olmamıştır. Her şey adl-i ilâhinin içinde cereyan etmektedir. Bazı gözler bunu görmüyorsa adl-i ilâhiye hücum etmek mi gerekir? Var olan adl-i ilâhiye yok musun denir mi?”

İşte mukallitler Akif gibi büyük bir zatı böyle tenkit ettiler. HeleDavudoğlu bu hususta kitap bile yazdı. Abduh’u ve onun yolunda olan Akif'i seven herkes Davudoğlu’na düşman olmalıdır. Akif, müctehidler müctehididir. Akif için fukahanın sözü ve kıyası mühim değildir. İcma da mühim değildir. Hattâ hadîs bile. Akif için tek kaynak vardı: Kur'an. Akif'in ilham aldığı tek yer Kur'ândı. Onun için Akif, mukallitleri kızdıran şu mısraları söylüyordu:


Doğrudan doğruya Kur'andan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.

Zaman sana uymazsa sen zamana uy demiş atalar.
Akif gibi İslam’ı asrın anlayışına uydurmak lâzımdır.

Akif her ne kadar İslâm âlimlerinden nakli esas almamışsa da tek ilham aldığı yer Kur'an olduğunu bildirmişse de onun da bu yolda üstatları vardı. Bunu şöyle anlatıyordu:

İnkılâp istiyorum ben de, fakat Abduh gibi...”

(Not: Buraya kadar olan ifadelerin tamamı reformcu Süleyman C. Oğlu’na aittir.)


Zırva tevil götürmez


Sual: Bektaşi’ye, (Niye namaz kılmıyorsun) demişler. (Kur’anda Allah, “Namaz kılmayın” buyuruyor. Ben de onun için kılmıyorum) demiş. Hemen âyetin devamında “Sarhoş iken” diye yazıyor. Onu gizliyor. Siz de, Akif’in şiirinin sadece bir kısmını cımbızla alıyorsunuz, anlam değişiyor. Mesela, (Bu Kur'an fala bakmak ve kabirde okumak için inmemiştir) demişse de, bu mısraların başına bir sadece eklenirse anlam düzelir. (Bu Kur'an sadece fala bakmak ve kabirde okumak için inmemiştir) olur ve eleştirecek yeri kalmaz.



CEVAP
Biz cımbızla değil, kopyalayarak alıyoruz. Sadece kelimesini biz niye ekleyeceğiz ki? Ekleme çıkarmalar manayı değiştirir. Sizin dediğiniz gibi sadece kelimesini eklersek, (Sadece fala bakmak için inmemiştir) olur ki bu da, (Kur'an fala bakmak için de inmiştir)demek olur. Görüldüğü gibi tevil edilirse daha kötü oluyor. Onun için atalarımız, (Zırva tevil götürmez) demişlerdir. O kadar yanlışın hangi biri tevil edilir ki? Ulu Hakan’a melun, kızıl kâfir demesini mi tevil edeceğiz? Yoksa (Abduh gibi reform) istiyorum sözünü mü? Hâşâ Allah’tan hesap soran (Ya Rabbi, gâvurları yakman gerekirken Müslümanları yaktın. Bu nasıl ilahi adalet?) sözü mü tevil edilecek?


http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=7172

Mehmet Akif Yazdığı Kur'an Mealini Atatürk'e Neden Vermedi? Neden Yaktırdı?

mehmet akif ersoy, Mehmet Akif Ersoy Kimdir?, Mehmet Akif Ersoy yazdığı meali neden yaktı?, mehmet akif yazdığı Kur'an mealini  atatürk'e neden vermedi?,
Mehmet Akif Yazdığı Kur'an Mealini Atatürk'e Neden Vermedi? Neden Yaktırdı?




"Onu aşkın kitaba imza atmış olan Dücane Cündioğlu, yakın tarih özellikle Kur'an çevirileri tarihi hakkında yayımladığı eserlerle tanınıyor. "Kuran Dil ve Siyaset", "Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi""Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet" bunlardan bir kaçı. 
Muhterem Cündioğlu'nu "Yeni Şafak" daki şümullü köşe yazılarından da tanıyoruz. Kendisinin yakında, M. Akif'in "Kur'an Meâli"ni tüm yönleriyle ele alan belgesel nitelikteki çalışması kitap olarak yayımlanmak üzere.

Geçtiğimiz ay Türkiye'nin gündemine oturan ve kafaları bir hayli meşgul eden "M. Akif in Meali" ve bu çalışma etrafındaki gelişmeler yine ne yazık ki muallakta kaldı. Son derece spekülatif yaklaşımların malzemesi olan yakın tarihimizin bu çok önemli safhasını yine atladık. Tarihin günümüzü etkileyen gücünü iyi tahlil etme gayretindeki "Tarih ve Düşünce" bu mesele etrafındaki tabansız tartışmalara son verecek tarihçi yaklaşımını ortaya koymalıydı.

Bu çerçevede, yukarıda kısa biyografisini verdiğimiz değerli Cundioğlu ile meselenin hemen her boyutuna temas etmeye çalıştık. Umarız aydınlatıcı olur...

******

Türkiye'nin gündemi çok yoğun... Bu yoğunluğun içi ne kadar dolu, o biraz şüpheli... Böylesi bir hengâmede ülke bir de yaklaşık bir ay boyunca merhum Mehmed Akif in "Arapçılığı", "Mealini Atatürk'e vermemesi", "Bedir-Çanakkale mukayeseleri" ve benzeri konularla uğraşmak zorunda bırakıldı. İsterseniz önce hâdisenin aktüel tarafından başlayalım. Sizce neler oluyor Türkiye'de?


- Evet, Türkiye'nin gündemi gerçekten de çok yoğun... Uluslararası siyaset iyice kızışmış durumda... Büyük devletlerin Avrasya'daki egemenlik çatışmaları şiddetini artırmaya başladı. Öyle ki bu yüzyıl boyunca egemenlik mücadelesinin merkezi Orta Doğu iken, önümüzdeki yüzyılda dökülecek kanlann, bir "jeopolitik merkez" halini alan Avrasya uğruna akacağı kesin gibi... Jeopolitik ve jeostratejik mevkii itibariyle Türkiye de bu mücadeleden ciddi bir biçimde etkilenen ülkelerin başında geliyor ve bu da ülke içi siyaseti fevkalâde etkiliyor. Nitekim 28 Şubat sürecinin, bu gelişmelerin biraz da kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla ülke içinde siyasî merkez'in yönlendirmeleriyle zuhur eden din-devlet, din-siyaset ilişkileri bağlamındaki tartışmalara alışmak, hatta alışmaktan da öte hazırlıklı olmak zorundayız.Türkçe Ezan, Türkçe İbadet, Türk Müslümanlığı, Gerçek İslâm, Birarada Yaşama projeleri, Kur'an çevirileri, Akif in ve İstiklal marşının konumu ve son olarak 230 ayet meselesi... Bütün bunlara alışmalı ve olup bitenleri doğru yorumlamalıyız...

Niçin bu türlü konular? Çünkü dünya, dolayısıyla Türkiye 1930'lara, 1940'lara, yani II. Dünya Savaşı öncesi şartlara geri dönmüş durumda... NATO (Amerika) stratejistleri soğuksavaş sonrasında -ideolojik ayrımların son bulduğu bahanesiyle- İslâm'ı güvenlik konsepti ilan ettiler; Yeni Şark Meselesi tanımlamasıyla Avrupa ile Türkiye (İslâm dünyası) arasına o derin jeopolitik hattı bir kez daha döşediler. Böylelikle AB (Almanya) ile NATO (Amerika) arasındaki kıyasıya mücadele, bu derin hat nedeniyle ilkinin aleyhine olmak üzere yeniden canlandırıldı. Huntington, Fukuyoma, Fuller, Lesser, Brzezinskigibi stratejistlerin Batı-İslâm ayrımı üzerine yazdıklarının hülâsası budur ve ister istemez bu çatışmanın ortasında kalan Türkiye de bekasını sağlamak amacıyla kendisini 1930'lar döneminde uygulanan içpolitika manevralarına başvurmak zorunda hissetmektedir.

- Peki, bu işin başka bir yolu yok mu? Daha farklı yöntemler kullanılamaz mı?

- Ne yapalım ki devletlerin siyasî alışkanlıkları kolay kolay değişmiyor ve tabiatıyla bu da o devletlere mensup milletlerin Özgürlüklerinin, bağımsızlık adına askıya alınması neticesine yol açıyor. Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren birçok kimseye anlamsız (!) gibi gelen vaveylanın nedenini doğru bir biçimde tesbit etmek istiyorsak, dış konjonktürü gözardı etmemeli, din-devlet ilişkileri bağlamındaki sun'î tartışmaların, bu konjonktürün baskısıyla ortaya çıktığını ve siyasî merkez'in kendisini ancak böylesi yöntemlerle netice alınabileceğine inandırdığını akıldan çıkarmamalıyız.



Mehmet Akif dostları ile bir arada; soldan: Cenap Şahabettin, Ahbülhak Hamid, Süleyman Nazif, Sami Paşoğlu Sezai


Tamamı yanlış !

-  Bu konjonktürden bağımsız olarak Akif in Kur'an'ı Türkçe'ye tercüme teşebbüsü etrafındaki tartışmalara gelecek olursak, niçin bu konu seçildi ve niçin şimdi?

-  Bu konuda şimdiden tahmin yürütmek ve "nedeni şudur" demek zor. Ancak tartışmanın başlatıldığı yer, tartışmayı başlatan kimsenin konumu ve kimliği çok önemli... Türkiye'nin içinden geçtiği sürecin bütünü dikkate alındığı takdirde, genel olarak işaret ettiğimiz sorunlarla bu tartışma arasında bir ilgi kurulabilir. Sözgelimi Türkçe ezan, Türkçe ibadet, Türk müslümanbğı tartışmalarını hatırlayınız... O tartışmaları kimler ve ne zaman başlatmıştı? İşte bu tartışma da aynı sürecin bir parçası olarak zuhur etmiş görünüyor.

- Fakat tartışmaların başlamasına neden olan konuşmanın, sadece konuşmayı yapan kişiyi bağlayacağı, bunun "münferiden" ve dahası "irticalen" yapılmış bir yorum olduğu söyleniyor.

-  Bu doğru değil; zira konuşma metni, konuşmanın yapıldığı gün (27 Eylül 1999 Pazartesi) GATA tarafından basılmıştı bile. Ben metnin içinde yer aldığı kitapçığı okudum ve Yeni Şafak gazetesindeki köşemde de metni tanıtıcı iki yazı yazdım (15-19 Ekim 1999). Nitekim müessif bir cinayete kurban giden Ahmet Taner Kışlalı da -ölümünden önce yazdığı söylenilen ve 22 Ekim 1999 tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlanan son yazısında- bu kitapçığı okuduğunu açıkça ifade etmektedir.

-  Peki iddialarda haklılık payı var mıdır? Yani yorumlar farklı ya da hatalı olsa dahî, Mehmed Akif le ilgili verilen bilgiler ilmen ve tarihen doğru olarak kabul edilebilir mi?

- Hayır! Verilen bilgiler hiçbir ilmî değeri olmayan kitaplardan alınmıştır ve ciddi hatalarla ma'lûldür. Konuşmacının Akif hakkında söylediklerinin arkasında, İlhan Arsel'in iki kitabı bulunmaktadır ve iddialarının bir kısmı değil, tamamı yanlıştır. Sözgelimi, Mustafa Kemal Atatürk'ün Mehmed Âkiften Kuranı Türkçe'ye çevirmesi dileğinde bulunduğu iddiası (s. 70) hilaf-ı hakikattir. Atatürk, Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesini istiyor ve teşvik ediyordu: bu doğru. Ancak Akif in çeviri işini üstlenmesi hâdisesini bugün hemen hemen bütün ayrıntılarıyla biliyoruz ve bu tür bir kişisel teşebbüs vârid değildir.

Dahası, Akif in 1923 yılında Mısır'a gidip 1926 yılına kadar orada kaldığı, hastalanınca döndüğü, akıl danışmak amacıyla al-Azhar'a gittiği, okulun yetkilisi Arap milliyetçisi Rıza Raşit'le görüştüğü, bu zâtın 1922 yılında yayımlanmış Tercumat el Kur'an adlı bir kilabı bulunduğu, Ebu Hanefi'ye atıfla 12 ayete istinaden Akif i Kur'an'ı çevirmemesi için ikna ettiği, Âkifin de ondan etkilenerek Kur'an'ı çeviremeyeceğini Atatürk'e resmen bildirdiği, vs. (s. 70-71) iddia edilmektedir ki bu birkaç cümlede dahî yapılan hataları sayabilmek maharet ister: Bir kere "Al-Azhar* değil el-Ezher"Rıza Raşit" değil Reşid Rıza,"Ebu Hanefi" değil Ebu Hanife"Tercümat el-Kur'an" değil Tercümetu'l-Kur'an... Bu risalenin basım tarihi "1922" değil 1926'dır. Reşid Rıza da "el-Ezher'in yetkilisi" değildir. Üstelik Akif'in kendisine bu konuda danışması ma'kul olmadığı gibi, görüştüğü iddiası dahî mevsuk değildir. Âklf 1923'te Mısır'a gidip 1926ya kadar orada kalmamıştır. Aksine 1923 ve 1924  yıllarının kış aylarını Mısır'da, yaz aylarını İstanbul'da geçirmiş, 1925  yazında İstanbul'a gelmiş, yine Ekim 1925'de dönmemek üzere gitmiş ve 1936 yılına kadar orada kalmıştır. 

Sözü geçen risalenin -ki Tcfsir-i Menar'da yer alan bir bölümün ayrı basımıdır- 1926'da yayımlandığı kesin olduğuna göre, Reşid Rıza'ya akıl danışması da, bu nedenle tercüme yapmaktan vazgeçmesi de, onun tarafından tercümenin küfür olduğuna inandırılması da hiçbir surette mümkün değildir. Bu sözleri ancak Âkif i tanımayan ve tarihten bî-haber olan kimseler söyleyebilir; zira Akif, Diyanet İşleri Riyasetini temsilen Ahmed Hamdi Akseki'nin teklifini -Elmalılı ile Babanzâde'nin ısrarları nedeniyle- 1925'de kabul etmiş, tercümesine 1926'da Mısırda başlamış, 1928'de tercümeyi bitirmiş, 1929'da temize çekmiş, 1930'a kadar üzerinde daha fazla çalışması gerektiğine inandığından ötürü tercümeyi teslim etmekten vazgeçmiş, 1931de Diyanet İşleri Riyaseti'yle arasındaki mukaveleyi feshetme kararı almış, 1932'de ise vekili aracılığıyla bu mukaveleyi feshetmiştir. Akif, tercümesini ölene kadar saklamış ve zaman zaman üzerinde çalışmıştır, sadece 1936'da ülkeye döneceği sırada yanında getirmeyi uygun bulmamıştır. Öyle ki kendisine, öldükten sonra mealini yakmasını vasiyet ettiği Yozgatlı ihsan Efendi dahî, vefat tarihi olan 1961'e kadar tercümeyi saklamış, hatta bir nüsha da kendisi için istinsah etmiştir.


Mehmet Akif, damadı Ömer Rıza Doğrul'dan olma torunları ile



Akif'in de Reşid Rıza'dan etkilenerek Kur'an'ı çeviremeyeceğini Atatürk'e resmen bildirdiği iddiası da diğerleri gibi boş bir iddiadır. Çünkü, evvelâ, İstanbul'a geldiğinde Âkİf tercümesini çoktan bitirmiş bulunuyordu; ikincisi, Âkİf le Atatürk bu arada doğrudan hiç görüşmemişler, sadece Atatürk adına bazı aracılar -tercümenin bidayetinden itibaren- Akiften tercümeyi istemişler,   büyük paralar teklif etmişler ve kendisinin Ölümünden sonra da bu tercümeyi elde edebilmek için çok uğraşmışlardır. Sadettin Kaynak hâtıralarında, 1932'de Akif in tercümesini çalmak çarelerine başvurulduğunu dahî itiraf etmekten kaçınmamıştır.

Söylediklerimizi özetlemek gerekirse, konuşmacının seslendirdiği ve gelişigüzel bir iki kitaptan hareketle yinelediği iddiaların hiçbirinin tarihi ve ilmî bir kıymeti bulunmamaktadır. Peki bu konuşmanın herhangibir faydası olmamış mıdır? "Olmamıştır" diyemeyiz, çünkü bu konuşma nedeniyle Akif in kitapları yok satmıştır; ikincisi yıllardır yinelenen hataları düzeltmek imkânı ortaya çıkmıştır. Üçüncüsü milletin millî şâirine bağlılığı ve sevgisi daha da artmıştır. Sanırım, merhum Akif in vefat yıldönümü olan 27 Aralık'ta bu hakikati hep birlikte göreceğiz.


Tipik gazeteci numaralan

- Tarihin günümüzü etkileyen gücünü doğru tahlil etmek ve bu tür tartışmalarda hâdisenin tarihî arkaplanını sağlıklı bir şekilde ortaya koymak gerekiyor. Bu da tarihçilerin İşi. Galiba yaşadığımız son olayda bu tam olarak yapılamadı.

Haklısınız. Konuşmanın yapıldığı 27 Eylül 1999 tarihinden itibaren geçen yaklaşık bir ay süresince, bu konuşma etrafında yazılı basında çıkan irili-ufaklı hemen hemen bütün haberleri, beyanâtları, köşeyazılarını izlemeye, derlemeye çalıştım ve hatta böylelikle elimde küçük bir arşiv malzemesi de oluşuverdi. Bu konuda yazılan 100'e yakın makalenin -birkaç istisnasıyla- tamamı, siyasî edebiyatımıza katkı sağlamaktan başka bir hususiyeti hâiz değil. Ülke içi siyasetin bilinen gerginlikleri -beklenildiği ve hesaplandığı gibi- iyice gerildi; konuşmacının üslûbu (meselâ bellemek sözcüğünü kullanmış olması) köşe yazarlarının ve mevcut muhalif çevrelerin kolaylıkla tepkisini çekiverdi. Bunların hepsi olağan... Ancak olağan olmayan, olağan görülemeyecek olan bir hususa dikkat çekmek isterim: o da tartışmanın mevzuu hakkında kamuoyunun bilgilendirilmek cihetine gidilmemesidir. Bu tartışmaya kaynaklık eden ve bidayetinden bu yana münakaşa edilegelmekte olan "Akif in tercüme teşebbüsü" üzerinde durulmaya nedense ihtiyaç duyulmadı; yayımlanan bir iki sansasyonel makale de tipik gazeteci numaralarının ürünü olmaktan öteye geçemedi.

Gelişmelerin asıl teessüf edilecek yanı, sadece saldıranların değil, savunanların da tarafı oldukları tarih yorumundan habersiz olarak atıştıklarının ortaya çıkmasıdır. Gönül isterdi ki bu çirkin suçlamalar sonrasında Akif in söylediklerinin ve yaptıklarının daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacak tedkikler ortaya çıksın, meselâ genç nesiller arasında Safahat'a dâir zayıflamakta olduğunu müşahade ettiğimiz ilgiyi kuvvetlendirecek yayımlar yapılsın... Akif'in Kur'an tercümesine niçin ve hangi şartlarda başladığı, daha sonra neden teslim etmekten vazgeçtiği, en nihayet vefatından sonra niçin yakılmasını vasiyet ettiği, vasiyetinin yerine getirilip gelirilmediği, getirildiyse ne zaman ve nasıl yerine getirildiği gibi suâllere açıklık getirmek amacıyla işin ehli zevatın beyanlarına başvurulsun, hâtıralar yayımlansın... Ne yazık ki bunların hiçbiri doğru-dürüst yapılmadı ve yapılanlar da o vaveyla içerisinde görülmedi.
Kur'an'ın Türkçe okunması umumileşti/genelleşti





"O alemleri nizamlayan..."

- Bu mülakatın bir amacı da meselenin siyasi tartışmalar arasında kaybolan yönlerine dikkatleri çekmek ve böylelikle sözünü ettiğiniz endişeler gereği, merhum Akif in Kur'an'ı Türkçe'ye çevirme teşebbüsünün serencâmı konusunda okurlarımızı aydınlatmak... Nedir bu işin aslı? Akif bu tercümeye  niçin başlamak gereği duydu, ya da bir diğer deyişle niçin bu iş için "Âkif ismi seçildi?

- Akif in Kur'an tercümesine ilgisi çok önceleri başlar. Kendisi ilk çevirisini 8 Mart 1912 tarihindeSebilürreşad'ın ilk sayısında yayımlamıştır. Bilindiği gibi bu tarihte Sırat-ı Müstakim dergisi Sebilürreşad adını almış ve derginin Tefsir-i Şerif bölümünü yazmak görevini -istemeyerek de olsa- merhum Akif üstlenmişti. Akif 1912-1913 yıllannda burada birçok mensur ve manzum tefsir yazısı kaleme almış ve tefsirini yazdığı ayet-i kerimelerin Türkçe tercümelerini de yayımlamıştır. Birer "manzum tefsir" örneği kabul edilen şiirlerinin başında bulunan ayet tercümeleri, 1913'ten itibaren Safahattada yer almaya başlamıştır.

Âkİf' in birkaç dostuyla birlikle yine bu yıllarda gerçekleştiği tahmininde bulunabileceğimiz bir tercüme teşebbüsü daha vardır. Mehmed Akif, Babanzâde Ahmet Naîm, Kuşadalı Rıza Efendi, İzmirli İsmail Hakkı ve Kâmil Miras'tan müteşekkil bu grup kendi aralarında işbölümü yaparlar: Akif' le Ahmed Naim tercümeyi yapacaklar, İzmirli İsmail Hakkı da tefsir kısmını yazacaktır. Sadece Fatiha Sûresi'nin tercümesi yapılır ve üzerinde iki kez müzakerede bulunduktan sonra ortaya bir metin çıkarmayı başarırlar. Lâkin bu anda bu teşebbüsten pek bir hayır çıkmayacağı da anlaşılır. 


- Bu tercüme örneği günümüze ulaşmış mıdır? 


- Evet, merhum Kâmil Miras (öl. 1957) bu akîm kalan teşebbüsün değerli bir hâtırası olmak hasebiyle bu numuneyi muhafaza etmiş ve yayımlamıştır. Hem hâtıralarını yâd etmek bakımından, hem de dikkat çekici bir Üslûbunun bulunması itibariyle bu tercümeyi aktarmak isterim:

Hamd Allah'ın, O, âlemleri nizamlayan. Çok esirgeyen, koruyan. Ceza gününün sahibi. Allahım yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Allahım bizi doğru yola hidayet eyle. O kendilerine İhsan ettiğin mü'minlerin yoluna. Hışmolunanların değil, sapkınların da değil.

Görüldüğü gibi ilginç bir dili vardır ve hayli emek sarfedildiği anlaşılmakladır. Bilhassa rabb'ul-âlemîn ifadesinin "âlemleri nizamlayan" şeklinde çevrilmesi, "gazaba uğrayanlar" denilmek yerine"hışmolunanlar" denilmesi, keza"dâilin" kelimesine -yıllar sonra Elmalılı Hamdii Yazır'ın mealinde rastlayacağımız-  "sapkınlar" anlamının verilmesi... bütürı bunlar bu çevirinin başlıca hususiyetleri arasında zikredilebilir.

 

Münferit ve resmi denemeler 


-  Bu teşebbüslerle tartışma konusu olan "meal" arasında ne tür bir alâka var?

-   Sebilürreşad'da veya Safahat'ta yer alan örnekler, esas İtibariyle bir çeviri teşebbüsünün ürünleri değildir ve herbiri -daha Önce de söylediğim gibi- bir tefsir yazısının girişinde yer almaktadır. Keza Akif in 1908'de, 1913'de, 1920 ve 1921'de verdiği bütün vaazların metinleri yayımlanmıştır ki toplam 9 metindir; bunların içinde de Âkif in Kur'an tercümelerinden numuneler vardır. Bütün bu kaynaklarda yer alan tercümelerin sayısı, 38 sûreye ait 130 ayet çevirisiden ibaret olup toplam metin sayısı 96'dır. Mükerrerleri de saydığımızda elimizdeki ayet sayısı 162'ye ulaşmaktadır. Elimizdeki tercümelerin ait olduğu sûreler ise şunlardır: Fatiha, Bakara, Âlu İmran, Nisa, Mâide, Enam, A'raf, Enfal, Tevbe, Yusuf, Ra'd, Hicr, Nahl, İsrâ, Tâhâ, Hacc, Şuârâ, Neml, Ankebut, Rum, Fâtır, Saffat, Zümer, Mü'min, Fussilet, Fetih, Hucurât, Mücadele, Haşr, Safî, Naziât, Abese, Mutaffîfîn, Gâşiye, Duhâ, İnşirah, Asr, Kevser.

Bu izahattan da anlaşılacağı üzere, 1908-1921 yıllan arasında yayımlanan bu münferid tercüme numûneleriyle Akif in 1926-1932 yılları arasında Mısır'da tüm mesâisini verdiği resmî tercüme teşebbüsü arasında Mehmed Akif isminden gayrı bir alâka bulunmamakladır. Tartışmalara konu olan Kur'an meali, Diyanet İşleri Riyaseti'yle yaptığı mukavele sonucunda başlayıp bitirdiği tercümedir. "Resmî tercüme teşebbüsü" demek suretiyle her iki dönemi de birbirinden ayırmaya çalışmamın en önemli nedeni de budur zaten.

Mehmet Akif'in de mezun olduğu halkalı baytar mektebinin açılış merasiminden bir hatıra



- Akif in "münferid tercümeleri" hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Tercümeye konu olan ayet-i kerimeler gelişigüzel seçilmiş olamayacağına göre, Akif in tercihlerinde etkin olan nedenler nedir?

Daha önce işaret ettiğim Fatiha sûresi tercümesini nazar-ı itibara almazsak, Akif in bir bütün olarak tercüme ettiği sûre sayısı 4'tür. Diğerleri hemen hemen aynı temaları İhtiva eden Kur'an pasajlarıdır. Bunlar, Âkifin yaşadığı, acısını çektiği dönemlere, devletin zayıfladığı, imparatorluğun parçalandığı yıllara ışık tutan; dayanmayı, direnmeyi, mücadeleci olmayı öğütleyen; ümide sevkeden; birliğe beraberliğe çağıran; ayrılığı ve çekişmeyi kötüleyen pasajlardır. Nitekim Balkan Harbi ile Millî Mücadele yılları esnasında verilen vaazlarda bu husus çok daha belirgindir. Âkif, bu ayetlerin seçiminde nazarî değil, amelî bir hedef gözetmiş ve öncelikle halkın moral ve maneviyatını yükseltmeyi amaçlamıştır.Bu nedenle ayetleri Türkçe'ye çevirirken mümkün mertebe anlaşılır olmaya çalışmıştır.


Dinin millileştirilmesi düşünülüyordu 

-  Akif in 1926-1932 yılları arasında hazırladığını söylediğiniz Kur'an Meâli'ni ortaya çıkaran konjonktüre gelirsek Cumhuriyet yönetimi niçin böyle bir çeviriye İhtiyaç duydu? 
-  Gerek Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi (İstanbul, 1998), gerekse Bir Siyasî Proje Olarak Türkçe İbadet (İstanbul, 1999) adlı eserlerimde, imparatorluktan millî devlete geçiş sürecinde din-devlet ilişkilerinin seyrine dâir yeterli bilgi verildiğinden, burada tafsilâta girmeye lüzum görmüyorum. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki: "Dinin Millileştirilmesi Projesi", II. Meşriitiyet'ten itibaren tahakkuku arzulanan bir projeydi ve Cumhuriyet'in kurucu kadrolan, II. Meşrûtiyet döneminin ideallerinden vazgeçmeyi hiç düşünmemişlerdi. Cumhuriyet'in ilânından birkaç ay sonra (İlk Ramazan'da) iki Kur'an tercümesinin yayımlanması, kısa bir süre sonra bunlara askerî ateşelik yapmış olan Albay Cemit Said (Dikel) tarafından bir üçüncüsünün eklenmesi, bu nedenle bir tesadüf olarak kabul edilemez.
Ne var ki o günlerde siyasî merkez'in (Ankara'nın) karşısında hâlâ güçlü bir muhalefetin (İstanbul'un) bulunuyor olması, üstelik bu muhalif çevrelerin basın sahasındaki hâkimiyetlerinin henüz kırılmamış bulunması, her üç çevirinin de ciddi bir eleştiri bombardımanı altında kalmasma yol açmış, hatta Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi, birer beyanname yayımlayarak halkı bu çevirilere iltifat etmemeleri hususunda uyarmıştı. Çevirilerin güvenilir olmaması, büyük sıkıntı oluşturmuş, sıkıntılar sadece belli mahfillerde dile getirilmekle kalmamış, basında da ilmî bir çevirinin lüzumuna dâir yazılar çıkmaya başlamıştı.

İşte tam da bu  sıralarda, 21 Şubat 1 9 2 5 ' d e  T.B.M.M.'inde Diyanet İşleri Riyaseti'nin bütçe müzakereleri yapılırken, 61. İctima'ın ikinci celsesinde Eskişehir Meb'ûsu Abdullah Azmi Efendi Diyanet teşkilatının devletin diğer kurumlarıyla hem-ahenk çalışması gerektiğinden bahisle sözü Kur'an tercümelerine getirir ve Meclis Riyaseti'ne, altında 50 küsur arkadaşının imzası bulunan bir takrir sunar. Takrir, Başvekil de dahil olmak üzere Meclis'in hüsn-i kabulüyle karşılanır ve Kur'an-ı Kerîmin tercüme ve tefsiri ile ehâdİs-i şerîfenin (Sahih-i Buharî'nin) tercüme ve şerhi için bütçeye 20.000 liralık bir tahsisat konulur.

Akif tam bu iş içindi 

-  Mehmed Akif in adı telaffuz edilmiş veya bu vazifenin onun tarafından İfası için bir şart koşulmuş mudur? 
-  Hayır! Mehmed Âkİf, bu tartışmalar olurken Abbas Halim Paşa'nın davetlisi olarak Mısır'da bulunuyordu. Kendisi 1923 ve 1924 kışını Mısır'da geçirmiş ve 1925 yazında, yani Önergenin kabulünden birkaç ay sonra İstanbul'a gelmiştir. Nitekim Akif İstanbul'a gelince, Diyanet İşleri Riyaseti adına Müşavere Heyeti a'zâsı Ahmed Hamdi Akseki hemen harekete geçer ve bazı istişarelerden sonra Akif'e tercüme vazifesinin yüklenmesi için defalarca ricada bulunur. Fakat Akif her defasında, Aksekîll'ye red cevabı verir.

- Akif'in adı, nasıl gündeme gelmiştir?

Kâmil Miras gibi hâdiselerin içinde olan bazı zevat, Akif'i Diyanet İşleri Riyaseti'ne kendilerinin önerdiğini ifade etmişse de bu iş için en uygun ismin Akif olduğu konusunda zaten herkes müttefikti. Çünkü Kur'an'ı tercüme edebilmek için çok iyi derecede Arapça ve Türkçe bilmek gerekiyordu ve Âkif'in her İki dile de vukûfiyet-i tammesi -hiç abartmadan söyleyelim- dillere destandı. Âkif bu iki dilin yanısıra, Fransızca'yı da, Farsça'yı da gayet biliyordu. Ayrıca o dönemde, ulemadan bir hoca efendi yerine modern eğitim almış; hem dini, hem de ulûm ve fünûnu bilen bir kişiliğin daha tercihe şâyân olacağında kimsenin kuşkusu yoktu. Âkif ise Baytar mektebinde okumuştu ve entellekıüel kapasitesi devrin beklentilerine uygundu.

- Atatürk özel olarak Akif ten böyle bir ricada bulunmuş mudur?

Bu hususta elimizde en küçük bir bilgi ve belge bulunmamaktır. Ancak devrin şartlanm bilen, tarafları iyi tanıyan kimseler böyle bîrşeyin mümkün olamayacağını da takdir ederler sanırım. Unutmamak icab eder ki: Takrir-i Sükûn Kanunu, Kur'an'ın Türkçe'ye tercümesi hakkında Meclis kararı çıktıktan kısa bir süre sonra ve Âkif henüz Mısır'da iken (4 Mart 1341/1925 tarihinde) ilan edilmiştir. Kapatılan gazete ve mecmualar arasında Sebilürreşad da vardır ve Akif in yakın arkadaşı Eşref Edib de "İsyana teşvik"suçundan önce Ankara, sonra Diyarbakır İstiklâl mahkemesinin huzuruna çıkarılanlar içerisindedir. Binaenaleyh bu vasatta Atatürk'ün Akif' ten ricada bulunması düşünülemez. Belki söylenebilecek tek şey, bu ismin seçilişine şahsî bir itirazının bulunmadığıdır. 
"Sen yoksan ben de yokum"

-  Akif in Ahmed Hamdi Aksekili'ye defalarca red cevabı verdiğini söylemiştiniz. Peki sonunda tercüme teklifini nasıl ve niçin kabul etti? 
-  Aksekili merhum bu işten yılmadı ve araya birçok kişiyi koydu. Eşreb Edib de bunlar arasındadır. Buna rağmen kendisini ikna etmek mümkün olmadı. Ancak Hacı Baba diye hitab ettiği en yakın dostu Babanzâde Ahmed Naîm devreye girince, bir de Elmalılı'nın Fatih'teki evinde yapılan toplantıda Elmalılı Hamdi Yazır, "Sen yoksan ben de yokum" deyince, Akif bu ısrarlar karşısında daha fazla dayanamadı. Bu son toplantıda Elmalılı tarafından yapılacak işin tercüme değil de meal olacağının ifade edilmesi ise, Akif'in ikna edilmesinde rol oynayan bir diğer sebeptir.

-  Akif, niçin bu meal İşine İstanbul'da, kendi memleketinde değil de Mısır'da başlamıştır? Şapka giymemek için Mısır'a gittiği İddiaları doğru mudur?

-  Bu tür yorumların Atatürk'ün sofrasında dile getirildiği biliniyor. Fakat hatırlamak gerekir ki Akif,  Ekim 1925' de Mısır'a gitmiş; şapka giymeyi mecbur tutan yasa ise 25 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Kendisinin Mısır'a son gidişini, acaba mu'tad seyahatlarından biri olarak addedebilir miyiz? Öyle olsaydı geri dönmesi icab ederdi. Dönmediğine göre, bu, mu'tad bir gidiş olarak kabul edilemez. Buna karşın, Akif gibi bir şahsiyetin sırf şapka yüzünden Mısır'a gittiğini söylemek de -en azından- hafiflik olur. Nitekim bu yüzden daha farklı nedenler de öne sürülmüştür. Meselâ Akif in yakın çevresinden (Neyzen Tevfik'in kardeşi) Şefik Kolaylı, hâtıralarında, siyasî merkez'in kendisini izletmesinin zoruna gittiğini, "Ben vatan haini miyim ki peşime polis takıyorlar" dediğini ve bu durumun Akif'in izzet-i nefsine ağır geldiği için memleketini terkettiğini söylemektedir.

Hasan Basri Çantay, Çanakkale zaferinin yıldönümünde devrin ünlü şâirlerinden birinin, "Maalesef Çanakkale Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına lâyık bîr Türk şâiri tarafından şiir yazılamadı. Çanakkale destanını yazan maalesef Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir adamın şiirini okuyacağız" yavesini savurduktan sonra şiirini istemeye istemeye okuduğunu işiten Akif in bundan pek çok müteessir olduğunu, o kadar ki dayanamayıp ağladığını anlatmaktadır. Bu sıralarda bir yazarın, CHP'nin resmî yayın organında bir başmakale yazıp Akif e, "Hadi git artık, sen kumda oyna!" demesi ve Akif in de bunu okuması bardağı taşıran son damla olur ve şâirimiz artık Türkiye'de dalıa fazla kalamaz.

Akif in dönmemek üzere Mısır'a gidişinde bu nedenlerin hepsi rol oynamış olabilir; zira 1925'in ve onu izleyen yılların Milli Mücadele'de aktif rol oynayan dinî endişe sahipleri için tahammülü zor dönemler olduğunu kabul etmek gerekir. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir "gönüllü sürgün"dür. Fakat hâl böyle olmasına rağmen. Akif yine de üzerine aldığı vazifeyi kamilen yerine getirmeye çalışmış, Mısır'da bulunuşunu vazifeden kaçmak için bir bahane olarak kullanmamıştır.


Meali içine sinmemişti

- Madem Öyle, Akif in tercümesini teslim etmekten vazgeçmesinin sebebi nedir?

-  Akif'in', tercümesini 1928'de bitirdiği kesindir. Buna rağmen o yıllarda Ankara'nın tüm taleplerine red cevabı verdiği de... Bunun görünen iki nedeni vardı: Birincisi, tercümesinin kendisini tatmin edecek şekle gelmemiş olması; ikincisi, Ankara'nın meâl'i tefsir'den ayrı olarak basmak konusundaki niyetinin ortaya çıkması...
Akif haklı olarak kendisine verilen garantileri ciddiye almamıştır. Peki tercümeden vaz mı geçmiştir? Hayır! 1929 yılını tercümesini temize geçmekle geçirmiş, hatta sonra ikinci kez üzerinde düzeltmeler yapmaya başlamıştır. Ancak yine de yaptığı meâl'in içine sinmediğini kesin olarak ve kendi ifadelerinden biliyoruz. Bu yüzden ilk yaptığı tercümeleri İstanbul'a Diyanet İşleri Riyaseti'ne gönderdiği halde, sonra bundan vazgeçmiş, tamamen bitmedikçe göndermeyeceğini bildirmiştir. Aksekili merhum, yine araya birçok kimseler sokmuş, hatta onlara Mısır'a gönderilmek üzere mektup bile yazdırmıştır. İlginç olan, Âkif'in bu en yakın dostlarının (meselâ Kâmil Miras ile Kuşadalı Rıza Efendinin) mektuplarına cevap bile  vermemişolmasıdır.

Bu arada mukavelenin henüz feshedilmediğini ve Akif in meal üzerinde çalışmaya devam ettiğini belirtmek gerekir. Ancak bir süre sonra Diyanet İşleri Riyaseti, Akif le arasındaki mukaveleyi feshetmek zorunda kalmıştır; zira bu büyük işin tamamlanması gerekiyordu ve Elmalılı tefsir kısmının yazımını aksatmadan sürdürüyordu. 1931'de Âkifin fesih kararını verdiği ve aldığı avansı iade etmek suretiyle mukaveleyi 1932'de feshedip, meâl'i yazma işini Elmalılı Hamdi Efendiye devrettiği hiçbir tereddüde mahal kalmayacak şekilde bilinmektedir. Elmalılı'nın, tefsirin yazımında Furkan Sûresi'ne kadar gelmiş olduğu ise yine kendi ifadeleriyle sabittir. Nitekim eser bu tarihten üç yıl sonra (1935'de) basılmaya başlamıştır.

Artık üzerindeki ağır yükten kurtulan ve aldığı avansı da iade edip mukaveleyi fesheden Akif, rahatlamış ve tercümeyle meşgul olmaktan vazgeçerek -âdeta şiir yazamadan geçirdiği 6 yılın acısını çıkarmak istercesine- bütün mesâisini Safahat'ın VII. Kitabı olan Gölgeler'in tab'u neşrine hasretmiştir. Bilindiği gibi 1933'de bu eser Mısır'da yayımlanmış ve zaten Akif de bir daha hastalıklardan fırsat bulup çalışmalarına pek vakit ayıramamıştır.


Sadettin Kaynak'ın frakla ilk Türkçe hutbe denemesi


- Tercümenin Akif i tatmin etmemesinin yanısıra siyasî nedenler de bu kararında rol oynamış olamaz mı?

-  Hiç kuşkusuz... 1928'de Anayasa'dan "Devletin dini, din-i İslâm'dır" maddesinin kaldırıldığını ve aynı yılın Haziran ayında Dini Islahat Beyannamesinin Türkiye'nin gündemine oturduğunu hatırlayınız.

Mustafa Kemal Atatürk'ün, 30 Kasım 1929'da Vossischc Zcitung muhabirine verdiği şu demeç, bu safhada ne tür değişiklerin olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir: "Ahîren Kuran'ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa Türkçe'ye tercüme ediliyor. Muhammed'in hayatına ait bir kitabın [Sahih-İ Buharî'nin] tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk, tekerrür etmekte bulunan birşey mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir İşleri olmadığını bilsinler." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (1918-1937), in/124-125, T.T.K., Ankara, 1989, 4. bas.)

Bu beyanat yabancı bir gazeteciye verilmişti ve belki de o dönemde kimsenin bundan haberi olmamıştı. Ancak o dönemde siyasî merkez'in politikalarında önemli değişiklikler yaşandığı ve hepsinden önemlisi Akif in 1931 yılında kesin olarak mukavelesini feshetme kararı aldığı bilinmekledir. Binaenaleyh, 1926 Ramazanında Mehmed Cemaleddin Efendi tarafından Göztepe Camii'nde Türkçe namaz kıldırılmasını veya 1932 Ramazanında camilerde Türkçe Kur'an'lar okunup, tekbir'in ve ezan'ın türkçeleştirilmesini, Akif in 1931'deki kararına etki eden hâdiseler olarak değerlendirmek pek isabetli görünmüyor. Bu hâdiseler, olsa olsa Akif in 1936 yılında tercümesini Mısır'dan getirmemesi ve öldüğü takdirde yakılmasını vasiyet etmesi olgusunu açıklamakla kullanılabilir.

Ölürsem yakın!


-  Akif, tercümesini sadece siyasî nedenlerle mi Türkiye'ye getirmedi?

-  Hiç kuşkusuz ilk neden buydu. Burada, -hâtıralarda dile getirildiği üzere- tercümenin kendisini tatmin edecek derecede olgunlaşmış olmaması ihtimali akla gelebilirse de şahsen bu ihtimali zayıf buluyorum. Yozgatlı İhsan Efendi'ye vasiyeti -yaygın versiyonuyla- şöyledir: "Ben sağ olur da gelirsem, noksanlarını ikmâl eder, ondan sonra basarız. Şayet ölür de gelemezsem bu eseri yakarsın!"

Vasiyetinin ilk şıkkı, sözünü ettiğimiz ihtimali destekleyen bir muhtevayı İş'ar ediyorsa da Akif in hastalığının ziyadesiyle ilerlemiş olması, bu ihtimali ciddi bir biçimde zayıflatmaktadır. Nitekim kendisi, istanbul'a geldikten kısa bir süre sonra zaten rahmet-i Rahman'a kavuşmuştur. Akif gibi bir zâtın, vefatının yaklaştığını hissetmemesi düşünülemez. Hal böyleyken, niçin böyle bir ifade kullanmış olduğunu sorabilirsiniz. Bu müşkilâtı, dostlarının, hâtıralarını yazarken mevcut siyasî şartlan dikkate almış olmalarıyla ve Akif i keskin bir siyasî tavrın sahibi olarak göstermemeye çalışmalarıyla izah edebiliriz. Nitekim Akif hakkındaki en önemli monografinin yazarı olan yakın mesaî arkadaşı Eşref Edib Fergan bu vasiyetin ikinei şıkkını, 1938'de, "Şayet ölür de gelemezsem bu eser sende kalsın!" şeklinde; 1949'da ise, "Şayet ölür de gelemezsem yakarsın" şeklinde aktarmaktadır. 
Ne keşif (!) 
- Peki bu tercümenin âkibeti ne oldu? Ma'lûmâliniz, tartışmaların şiddetlendiği bu son olayda, Hulki Cevizoğlu adlı bir gazeteci, yakıldığı söylenen bu tercümeye ait 32 sûrenin bulunduğunu iddia etmiş ve 1 Ekim 1999 tarihli Akşam gazetesi de bu keşfiyâtı okurlarına, "Tarihi Aydınlatacak Belge" diye manşetten duyurmuştu.

-  Günümüzde bu tür keşfiyâtı üreten başlıca iki neden vardır: Birincisi cehalet; ikincisi rayting ihtiyacı. Sözünüzü ettiğiniz keşfiyât hâdisesinde her iki neden de müştereken rol oynamıştır. Tarihi Aydınlatacak Belge diye onca vaveyla ile sunulan kitap, keşfiyât sahiplerini bile aydınlatamamıştır ki tarihi aydınlatsın! Tarih aslında aydınlık... Yeter ki tarihin koridorlarında dolaşmayı göze alalım, gerekli sabn ve cehdi gösterelim. O zaman -tarih bir yana- belki kendimizi aydınlatmak imkânı bulabiliriz. Kendisini aydınlatamayanların ya da böyle bir ihtiyacı duymayanların hem tarihi, hem de insanları karanlığa gömmeleri ise kaçınılmaz bir sonuç...

Ben sayın Cevizoğlu'nun keşfiyâtının kıymetini 5-8 Ekim 1999 tarihli Yeni Şafak'taki köşemde tartışmış olduğumdan, burada bu konuda ayrıca birşey söylemeye gerek görmüyorum. Üstelik söyleşimiz boyunca yeterli  bilgileri de vermiş olmuş olduğumu sanıyorum.

Mehmet Akif'in cenazesi eller üstünde


-   O halde şöyle sorayım: Akif in Mısır'da bıraktığı tercümenin âkîbeti ne oldu? Bu tercümeyi bugün bulmak imkânı var mıdır?

Âkifin İstanbul'a, tercümesini Mısır'da müderrislik yapan Yozgatlı İhsan Efendi ye bırakıp geldiğine daha önce işaret etmiştik. Türkiye'ye döndüğünde, Atatürk, Hakkı Tarık Us aracılığıyla Akif' ten mealini teslim etmesini rica eder, fakat bir netice alınamaz. Bunun üzerine Hakkı Tarık, Akif' in yanında büyümüş olan vefat eden arkadaşının kızı Süheylâ Hanımla, eşi Hayrettin Karan'ı kendisini ikna etmek üzere Âkif'e gönderir; onlarda yeterince dil döktükten sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün tercümeyi teslim etmesi karşılığında 10.000 liralık bir ödemede bulunacağını söylerler; fakat yine bir netice alınamaz.

Akif 27 Aralık 1936'da rahmet-i Rahman'a kavuşunca, bu sefer aracılar Mısır'ın yolunu tutarlar. Eşref Edib Mısır'a gidip sabahlara kadar dil döktüğü halde İhsan Efendi'yi ikna etmeyi başaramaz. Damadı Ömer Rıza Doğrul, bu sefer mirasçılar adına gider, onu yasal yollara başvurmakla tehdit eder, fakat o da bir netice alamaz. Bu arada Kazım Taşkent'in "Ne kadar para İstiyorsa ver, çeviriyi al diyerek" gönderdiği kişi de eli boş dönmüştür. Keza, Türkiye'nin Mısır sefiri, İhsan Efendi'yi defalarca sıkıştırır, ama nafile, bu sıkıştırmaların da hiçbir yararı olmaz. II. Dünya Savaşı sıralarında Hasan Ali Yücel de Mısırda İhsan Efendi'yle görüşür, tercümeyi ister, lâkin netice yine değişmez.

Kısacası, bu teşebbüslerin hiçbiri muvaffakiyetle neticelenmez. Zaman zaman matbuatta tercümenin yakılmış olduğu istikametinde yazılar ve hâtıralar boy gösterip -bu konudaki en kesin (!) delil, Âkif in vasiyetidir-bu kanaat efkâr-ı umûmiyede yerleşmeye başlarsa da tercümenin bir yerlerde saklanmış olabileceği ihtimalini ciddiye alanlar hiç de eksik olmaz.

Bir türlü kıyamadı, ama...

- Haklı olan kesim hangisiydi?

-  Azınlıkta kalanlar haklıydılar; zira İhsan Efendi, vefat tarihi olan 1961'e kadar tercümeyi yakmaya bir türlü kıyamamış, hatta tercümeyi kendisi için nefis bir rik'a hattıyla istinsah da etmiştir. Ne var ki vefatından birkaç gün önce oğlu Ekmeled-din'i ki şimdi IRCICA'nın direktörü olan zattır, yanına çağırıp masasının çekmecesindeki defterleri yakması vasiyetinde bulunmuş, oğlu da babasının ölümünden sonra, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin mahdumu Prof. İbrahim Sabri Beyden yardım istemiş, o yıllarda el-Ezher'de talebelik yapan İsmail Hakkı Sengiller, Ali İhsan Okur ve Osman Saracın yardımlarıyla-1961'de Türkiye'de yeniden zuhur eden Türkçe ibadet tartışmalarının da etkisiyle- hem defterleri, hem de ihsan Efendi'nin şahsî nüshasını hep birlikte yakmışlardır.

- Bu bilgiler sadece rivayet mi?
-1961 yılından önceki tahminleri bir kenara bırakırsak, tercüme'nin yakılmış olduğu gerçeği, ilk kez Mahir İz merhumun 1974'de yayımlanan Yuların İzi adlı hatıratında yazılı olarak ifade edilmiş, 1992ye gelindiğinde ise, tercüme'yi yakan beş kişiden biri olan ismail Hakkı Şengüler hocaefendi tarafından hâdise, bu konudaki spekülasyonları sona erdirmek amacıyla, bütün tafsilatıyla yazılı olarak aktanlmıştır. Binaenaleyh artık bu belgelerden sonra Akif'in tercümesi'ne ilişkin aksi istikametteki iddiaların hepsini birer lâf u güzaftan ibaret addeylemek mecburiyeti vardır.

Dört yılda onîkî mısra !

- Ne dersiniz, merhum Akif bu tercüme İşine girdiği İçin pişman olmuş mudur?

-  Bundan hiç kuşkunuz olmasın. Mektuplarında en sık şikayet ettiği husus, şiirden uzaklaşmış olması ve bir vizr u vebalin altında kalmak korkusuydu. Bir mektubunda şöyle der: "Yahya Kemâl gibi kıt'acı oldum; dört yılda tam oniki mısra" Bir başka mektubunda yazdıkları çok daha dehşet vericidir:"Gönlüm harap, zihnim perişan, elim işe varmıyor..."
Sanırım, bu konuda arkadaşlanndan Hasan Basri Çantay'ın şu itirafı yeterince açıklayıcı olmalıdır:"Kur'an tercemesi hakkında hepimizin hele Ahmed Hamdi Akseki'nin gösterdiğimiz anûdâne ısrar, eyvah ki Akif in hem geceli gündüzlü birçok senelerini, hayatını eritti, hem memleketimizi o mev'ud şiirlerden mahrum etti. Bari Kur'an tercemesi meydana atılabildi mi? Ne gezer Üstad, "Beni tatmin etmeyen bir terceme başkasını nasıl tatmin eder?"diyordu."  Evet, şimdi elimizde ne Kur'an tercümesi var, ne de o va'dolunan şiirler!

- Son olarak size şahsî bir suâl sormama izin veriniz lütfen. Uzun yıllar Kur'an tercumeleriyle uğraşıyorsunuz ve Kur'an Çevirilerinin Siyasî Tarihi adlı bir eser hazırlamakta olduğunuzu da daha önce yazmıştınız. Acaba şimdi bu eserin yazımının hangi safhada olduğunu Öğrenebilir miyiz?

Takdir edersiniz ki bu tür eserler kolay hazırlanmıyor; eksikler de bir türlü bitmek bilmiyor. Üstelik her geçen gün yeni bilgilerle, yeni belgelerle karşılaşıyoruz. Bu nedenle yeterince tekemmül etmeden bu eseri neşretmek niyetinde değilim. Ancak bir yandan, Kur'an mütercimleriyle  ilgili müstakil olarak hazırladığım çalışmaları yayımlıyorum. Cumhuriyet döneminde yayımlanan ilk Kur'an çevirisinin mütercimi olan Seyyid Süleyman Tevfİk el-Hüseynî (öl. 1939) hakkında geçen sene bibliyografik bir makale neşretmişıim. Kezâ Ahmed Cevdet Paşa'nın (Öl. 1895) Kur'an tercümesinin yazmalarını da ihtiva eden bir çalışmam yayımlanmayı bekliyor. Bu arada Akif' in Kur'an tercümesinin serencâmını anlatan bir tedkikin sonuna gelmiş durumdayım; nasib olursa, Akif in bu seneki vefat yıldönümü münasebetiyle neşredeceğim.

- Merakla bekliyoruz. Verdiğiniz bütün bilgiler için size teşekkür ederiz.


Tarih ve Düşünce Dergisi
Kasım / 1999 

Bu güne değin en çok tıklanılanlar